20 Mart 2013 Çarşamba 0 yorum

Albert Camus

Albert CAMUS


( 7 Kasım 1913 - 4 Ocak 1960 )



Albert Camus'un Hayatı


1913 yılının kasım ayında Cezayir’de dünyaya geldi Albert Camus. Babası bir tarım işçisiydi ve annesi evlere hizmetçilik yaparak yoksul aileye katkıda bulnmaya çalışıyordu. Savaş yıllarının çocuğuydu Camus ve bunun bedelini de babasını 1914 yılında 1. dünya savaşı sırasında kaybederek ödedi. Cezayir üniversitesi’nde felsefe eğitimini 1936 yılında tamamladı. 1934 yılında Simoe Hie’yle yaptığı evlilik sırasında Fransız komünist partisi üyesiydi ancak troçkist ithamlarıya partiyle olan ilişiği kesildi. Takvim 1940 yılını gösterdiğinde Albert Camus geçen 6 yıllık süre zarfında İşçinin Tiyatrosu’nu kurmuş kapatmış, eşinden ayrılmıştı. 1940 yılında ikinci evliliğini Francine Faure ile yaptı ve iki çocuk babası kimliğine de kavuştu. Paris-soir dergisi için çalışmaya başladığı yıllar ikinci dünya savaşı’nın da ilk zamanlarıydı. Albert Camus için yoğun eleştirilere neden olan bu dönemde Camus savaşa karşı birçok kişi gibi pasifist yaklaşıyordu. ancak Paris’in topraklarına nazi ayakları değdiğinde ve ilgiyle takip ettiği komünist gazteci Gabriel Peri gözleri önünde idam edilince Camus için isyan ve başkaldırı günleri başlıyordu. Bordeaux yılları aynı zamanda camus’un ilk kitaplarının da tamamlandığı yıllardı. 


edebi hayatı
1937 yılında tersi ve yüzü ( l’envers et l’endroit) adlı denemesini yayımladı.
1942 yılında en ünlü eseri olan yabancı’yı ( l’etranger) yayımladı. Aynı yıl sisifos söyleni ( le mythe de sisyphe) adlı denemesi deyayımlandı.
1943 yılında fransız direnişi sembollerinden combat ( fr. savaş) dergisinin editörü oldu.
1945 yılında düğün ve bir Alman dosta mektuplar ( lettre a un ami allemand) adlı denemesini yayımladı.
1947 yılında dergiden ayrıldı ve jean-paul sartre ile tanıştı ve aynı yıl veba adlı romanı yayımlandı 
1948 yılında l’etat de siege adlı 3 bölümlük oyunu sahneledi.
1949 yılında les justes adlı 5 perdeli tiyatro oyununu yazdı.
1951 yılında başkaldıran insan adlı denemesi yayımladı.
1954 yılında yaz ( l’ete) adlı denemesi yayımladı.
1955-1957 yıllarında l’express dergisinde yazdı. 
1956 yılında düşüş ( la chute ) yayımlandı
1957 yılında sürgün ve krallık adlı hikayesi yayımlandı.
1957 yılında nobel edebiyat ödülü’nü kazandı.







8 Mart 2013 Cuma 0 yorum

Kimi Sevsem Sensin

Kimi Sevsem Sensin


her şeyi terk ettim / ne aşk ne şehvet 
sarışın başladığım esmer bitiyor 
anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli 
dudakları keskin kırmızı jilet 
bir belaya çattık / nasıl bitirmeli 
gitar kımıldadı mı zaman deliniyor 
kimi sevsem sensin / hayret 
kapıların kapalı girilemiyor 

kimi sevsem sensin / senden ibaret 
hepsini senin adınla çağırıyorum 
arkamdan şımarık gülüşüyorlar 
getirdikleri yağmur / sende unuttuğum 
hani o sımsıcak iri çekirdekli 
senin gibi vahşi öpüşüyorlar 
kimi sevsem sensin / hayret 
in misin cin misin anlamıyorum



Attila İlhan
7 Mart 2013 Perşembe 0 yorum

Mahur Beste

Mahur Beste


Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız 
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı 
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı 
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı 
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı 

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra 
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara 
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara 
Geceler uzar hazırlık sonbahara



Attila İlhan
0 yorum

Korkunun Krallığı

Korkunun Krallığı



geceleri bir ıslık 
penceremin altında birileri 
beni çağırıyorlar 
(yoksa yanılıyor muyum) 
koşup bakıyorum kimseler yok 
sarayburnu'nda sis düdükleri 
mektuplarım kayboluyor posta kutusundan 
birileri çalıyor ama kim 
geçen akşam yağmuru değiştirdiler 
yumuşak başlamıştı tatlı ve ılık 
nasıl olduysa kestiremedim 
az sonra sülfürik asitti gökten yağan 
(cam iplikleri halinde yağıyor 
değdiği yeri eriterek 
duman duman) 

bir yerlere gidecek oluyorum 
ardımda birileri 
hayal meyal varla yok arası 
cigaralarını avuçlarında saklamış 
gözlerinde aynalı güneş gözlükleri 
(bilmem yanılıyor muyum) 
daha dün gece yarısı 
telefonda birileri 
fakat konuşmuyorlar 
bir bubi tuzağı sessizliği hüküm sürüyor 
türlü olasılıklarla yüklü 
olağanüstü iri 
bir o kadar da tehditkar 
(bilmem yanılıyor muyum) 
beni dehşete düşürmek istiyorlar 

nasıl oluyor anlamıyorum 
gece yayın bitmiş televizyonu kapamışım 
ekranda ansızın birileri 
kapalı demir bir kapı gibi suratları 
gözleri ateş saçıyorlar 
gözlerinde tarifsiz bir hışım 
bıyıkları zifiri karanlık 
ele geçirebilirlerse beni öldürmek 
besbelli maksatları 
(yanılıyor muyum neyim) 
yanlış bir mıknatıs fırtınası içindeyim 
şişe yeşili şerare atlamaları 
şurup kırmızısı çakıntılar 
sağım solum her tarafım elektrik 
korkuyorum 
korktuğumun bilincindeyim 
birileri 
şalteri indirdi indirecek 
işim bitik



Attila İlhan
6 Mart 2013 Çarşamba 0 yorum

Hannelise



yağmurda çıkıp geleceksin hannelise 
yağmur gözlerinden çıkıp gelecek 
bir öğle sonu paris'te hannelise 
bir kahvede grands boulevards türküsünü çalacaklar 
paris ve yapraklar sararmış etrafımda 
seine'e kanat vurup bir rüzgar geçiyor 
gare d'orleans'da saat şimdi üç diyecek 
yağmurdan çıkıp geleceksin hannelise 

gözlerine bakıp sanki mavi diyeceğim 
sanki çocuk diyeceğim 
aydınlanacaklar 
balığa çıkmış bir ihtiyar rıhtımda 
suya atıp söndürecek 
cigarasını
bir öğle sonu paris'te hannelise 
bir kahvede grands boulevards türküsünü çalacaklar 

insan kendisine rağmen yaşayamaz 
kalbimiz beyaz derken biz siyah diyemeyiz 
diyemeyiz hannelise 
sen mutlaka lichtenstein dükalığından bahsedersin 
yapraklarını döker ıhlamur ağaçları katedralin önünde 
ben içimde müstesna bir ateş bahçesi donatırım 
bembeyaz 
bembeyaz hannelise



0 yorum

Geç Kalmış Ölü

Geç Kalmış Ölü


Korkacak bir şey yok hesap tamam 
Sıram geldi mi hatta güleceğim 
Kendimi hazırladım biliyorum 
Önce turgut arkasından ömer haybo 
Daha sonra varujan sonra nureddin 
Sonra ben değilsem demokrat toni 
Sonra o değilse mutlaka benim 
Kendimi hazırladım biliyorum 

Aysel'in gölgesine saklandım 
Hep susamışım su içiyorum



Attila İlhan
5 Mart 2013 Salı 0 yorum

İhtiyarlar Balladı

İhtiyarlar Balladı


onlara ün mü gelir bazı bir ses mi duyarlar
yumuşak bir kedere ufalır bakışları 
idam mahkûmlarıdır aslında ihtiyarlar 
ölüme koşullanmış bütün davranışları 
yorgun öksürükleri oturup kalkışları 
yaşayıp durmaktan gizlice utanırlar 
her gece artık gitmek vaktidir sanırlar 
geçmiş günlerinden bir destek aranırlar 
uysal bir gülümseme tek sızlanışları 
idam mahkûmlarıdır aslında ihtiyarlar 
ölüme koşullanmış bütün davranışları



Attila İlhan
0 yorum

Harp Kaldırımında Aşk



sen şimdi yanımda yepyeni bir türkü gibisin 
hiç görmediğim yıldızlar gözlerine doğmuş 
bir büyüklük duygusu dağlar gibi yüreğinde 
ah biz mutluluğu böyle aranıp duracak mıyız 
yağmur hep böyle yağacak mı hatıralara 
eksik olan bir şey var sana bana dair 
belki bir rüzgar belki rüzgardan da hafif 
ama kalbimiz yine uzak bir deniz gibi boş 
heybetli gurupların belirdiği saatlerde 

sen şimdi yanımda yepyeni bir türkü gibisin 
acaba nasıl öğrenmişim nasıl farkında olmadan 
her şey nasıl olup geçmiş nasıl barut yağmış 
nasıl güneş vurmuş zehirlenmiş şehrin üstüne 
şimdi hangi kıyılarda gemiler demir alıyor 
güney rüzgarlarına açıp yelkenlerini 
belki bir italyan kızı tüfeğine dayanmış 
senin gibi barışı tasarlıyor dağlarda 
mahzun esirler harp şarkıları kadar mahzun 
gizlice talim ediyor hürriyet adımlarını 

sen şimdi yanımda yepyeni bir türkü gibisin 
ah şu harp bitse rüzgar gibi bir nefes alabilsek 
kimseler kimseler çıkmasa yolumuzun üstüne 
yağmur yağsın varsın ıslansın saçlarımız 
yalnız duyulmaz olsun göğsümüzdeki darlık 
dilimizdeki kilit kolumuzdaki zincir 
ömrümüz meçhullerden meçhullere akıyor 
saatler bizim değil kitaplar bizim değil 
bizim değil yaşamak bizim değil hiçbir şey 
kendi dünyamızda yabancılar gibiyiz 
ya çok erken ya çok geç doğmadık mı sevgilim 
buna rağmen mutluluğa inanıyoruz



Attila İlhan
4 Mart 2013 Pazartesi 0 yorum

İstanbul Ağrısı

İstanbul Ağrısı


kanatları parça parça bu ağustos geceleri
yıldızlar kayarken
şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen
sen eğer yine İstanbul'san
yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim
pançak pançak şiirler tüküreceğim
demek yine ben
limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
Yahudi sokaklarını aydınlatan Telaviv şarkıları
mavi asfaltlara çökmüş
diz bağlıyor
eğer sen yine İstanbulsan
kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
Sirkeci Garında tren çığlıklarıyla bıçaklanıp
intihar dumanları içindeki Haydarpaşadan
Anadolu üstlerine bakıp bakıp
ağlayan
sen eğer yine İstanbulsan
aldanmıyorsam
yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine senin emrindeyim
utanmasam
gözlerimi damla damla kadehime damlatarak
kendimi yani şu bildiğin Attila İlhanı
zehirleyebilirim
sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
imtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden
Tophane İskelesinde diesel kamyonları sarhoş
direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler
uykusuz dalgalanıyor
ulan İstanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
antenlerinden
neden
peki İstanbul ya ben
ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu Abbas
ya benim kahrım
ya senin ağrın
ağır kabaranlarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi
burgu burgu içime boşalttığın
o senin ağrın
o senin
eğer sen yine İstanbulsan
yanılmıyorsam
koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine
satır satır okumak istediğim
sen
eğer yine İstanbulsan
eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
ulan yine sen kazandın İstanbul
sen kazandın ben yenildim
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine emrindeyim
ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
hiçbir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
yanılmıyorsam
sen eğer yine İstanbulsan
senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
göz bebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir
ulan bunu sen de bilirsin İstanbul
kaç kere yazdım kim bilir
kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 Eylülünde birader mırç ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu

sana taptık
Attila İlhan
3 Mart 2013 Pazar 0 yorum

Jilet Yiyen Kız

Jilet Yiyen Kız


o kızı nerede nasıl görsem 
aklımı başımdan alır ağzı 
saçları şıra köpüğü desem 
kaşları bıçak izi kırmızı 

yakut pulları mı? bu ne görkem 
kanlı göz bebeklerindeki yazı 
beni nasıl büyüledi bilmem 
kirpikleri örümcek kırmızı 

kızıl demirden bir ünlem 
salınması yangın yalnızı 
korkmasam öpmeye eğilsem 
dişleri elektrik kırmızı 

çarpılmışım başım sersem 
sevdim jilet yiyen kızı 
göğsündeki kumrulara değsem 
gagaları zehirli kırmızı 

gece gündüz tek düşüncem 
kasıklarımdaki ince sızı 
artık kimseyle sevişemem 
anladım sevişmek kırmızı 

jilet yiyen kız merih'li gecem 
birlikte bulacağız belamızı 
sonumuz kuşkusuz cehennem 
kırmızı kırmızı kırmızı



Attila İlhan
2 Mart 2013 Cumartesi 0 yorum

Kadınlar Sonbahar

Kadınlar Sonbahar


Kadınlar sonbahar yapraklarını dökmeye başlar 
Titrek dudaklarında sarışın bir keder 
Nabız kaybolur kan susar dolaşım yavaşlar 
Sisli bir nebuloz gökte yazılmamış şiirler 

Dargın sevgililer yalnızlıklarına uzaklaşıyor 

Anlaşılmaz çocukluğun ortaokullarından ders zilleri 
Kilitli defterlerde kurutulmuş menekşeler 
Tehlikeli yolculukların kanat çırpan mendilleri 
Sazdan saza azalan hicranlı köçekçeler 

Dünkü delikanlıları yaşlılığa taşıyor 

Eylül şehirleri yağmurlu gürültülerle alır yerlerini 
Deniz kahvelerinde son kadehlerde bulutlar birikir 
Ilık bir aydınlıkla yıkayıp yorgun ellerini 
Görgülü ihtiyarlar bir bir ortalıktan çekilir 

Yaşlandıkça insan dünya başkalaşıyor



Attila İlhan


1 Mart 2013 Cuma 0 yorum

Kaptan 1-2-3-4-5



Kaptan


Kaptan 1 

eflatun gözlerin olduğunu bilmiyordum

geceyarısını yaşamaktan yorgunum

ayazın avucunda unutmuştun ellerini
önünden geçtiğim halde beni tanımadın
ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
şiirlerim külrengi kumrular gibi uçuyorlar
bakır çalığı göklere katiyen tahammülüm yok
hele paris’in gökleri aklımı başımdan alıyor
bana seni senden evvelki poitiers’li kızı hatırlatıyor

ayazın avucunda unutmuştun ellerini

karanlığın arkasında kıvılcım gözlü orospular
gölgelerine yaslanmış evliya gibi bekliyorlar

ışıklar kırmızı yandığı zaman duracaksın

ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
soğuk gözlerinde buğulanmıştı ölsen tanıyamazdın
hatta ricardo bile hani vatansız ricardo
burnumun dibinden geçti geçen gün beni tanıyamadı
oysa au vieux châtelet’de akşam sabah beraberdik
üçümüz viyana kahvesi ve sıcak rom içerdik
üstelik o krapfen severdi güzel olurmuş rivayet
neden ve nasıl sevdiğini anlayamadım gitti

yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim

montmartre metrosu civarında seni gözden kaybettim
o zenci yine arkanda mıydı hiç dikkat etmedim
ağzında yoksul bir ıslık ıslak bir cıgara gibi
sidney bichet’nin caz havalarını çiğneyip tüküren
o saklasın varsın seni sevdiğini biliyorum ben
yüzünün renginden geliyor bütün üzüntüsü

bir gazete aldım ama evde okuyacağım

kahvelerden birine girip bir grog ısmarlasam
seni öldürmek için çareler tasarlasam
sükût bembeyaz buz tutsa bıyıklarımda
mağrur bir totem gibi sussam konuşmasam
ve türküm kaybolsa sessizliğin hırçın türküsü
ve ben unutulsam yazdığım şiirler
senin için yazdıklarım herkes için yazdıklarım
eski padişahlar gibi unutulsa birer birer
ve ben seni unutsam hiç hatırlamasam hiç mi hiç
ihanetini hatırlamasam şehvetini hatırlamasam
ellerim oldum olasıya seni unutsalar

yarı gecenin içinden bir zenci süt beyaz bakıyor
rue lafayette’de dünden bugüne geçiyorum

eflâtun gözlerini bir grog kadehinde unuttum

Kaptan 2

bu geminin yelkenlerine herifin biri paris yazmış


luxembourg garı’nın dirseğindeki çiçekçiyi bileceksin
yeşil muşamba ceketli sarışın küskün kızcağız
en dokunulmaz kızı en temiz fikrimce paris’in
pablo’ya sorarsanız bir taksi şöförüyle yatıyor
pablo!.. ah pablo!.. onunla bir tanışsanız
önüne gelene salamanca’da bir şeyler anlatıyor
babasını orada bir duvar dibinde bırakmış
halbuki konuştuğu zaman fransız sanırsınız

saint - michel’de bir talebe kahvesindeyim yalnız
gündüz olduğu halde bütün ışıkları yakmışlar
bir cumartesi günü saat dört buçuğa beş var

ellerim kırılsa ben senin için bu şiirleri yazmasam
dinamit taşırmış gibi gözlerini taşımasam
avenue wagram’da bir akşam yeter bana ağustos’ta
yapraklara serilmiş yirmi beş franklık yıldızlar
bir mısra yeter geceleyin bir teren gibi pırıl pırıl
sen kendine yetmiyorsun hiç kimse sana yetmiyor
birini bitirmeden aklın öteki yolculukta

dün gece châtelet’de metro’nun yanıbaşında durdum
yağmur bilmediğim başka bir gökten yağıyordu
yağmur saint-jacques kulesine doğru yağıyordu

yanımda olduğun zaman her zamankinden yalnızım

şimdi bir nefeste cafe de I’ecluse’ü hatırladım
seine kıyısındaki küçük nehir kahvesini
kapısında bir gemici feneri asılmış duruyor
seine gemicileri her akşam burada toplanırlar
onlar için bir takım maceralar düşünürüm
seine sanki petrolmüş gibi iştahlı ve obur akıyor

dupont’daki kızlar yalnız cıgara içerek yaşıyorlar

utrillo’nun bir sokağından seni çektim çıkardım
elin yüzün kirlenmiş üstün başın toz içinde
sana mardi gras için bir Japon maskesi aldım
sen bana kaptan diyorsun herkes bana kaptan diyor
sahici bir kaptanmışım gibi tükürüyorum

Kaptan 3

yalın kılıç bir kasım sabahını paris’te yaşadım
sokaklarda sonbahar şiirleri salkım salkım
faubourg saint – denis’de işte yine pazar kurulmuş
beş franga çorba çorba içtiğimiz julien’in kapısı önünde
kırmızı ve siyah ve sarı saçlı bir kadın durmuş
muzaffer patatesler satıyor üç renkli neşesi içinde
camların arkasında ekmekçi kızlar mavi beyaz
raflarda uzun uzun herifler gibi tâze ekmekler
üstünde bir yağmur yağdırmak hevesi uyanır içinde
ben bu mısraları yazarım tout-va-bien kahvesinde

concorde’da bütün fiskiyeler birden ayaklanacak
eğri bir demir gibi ensende hissedeceksin ebem kuşağını

paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım
kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım
on beş dakika sonra bordeaux’ya bir tren kalkacak
garın merdivenlerinde benim için ağlayacaksın
ellerim yağmura açılmış sakallarım ıslak
ben ki cehennemde bir Allah gibi yalnızım

st. vincent de paul kilisesi benim otelin arkasına düşer
saat kulesi her gece uyur uykumdan uyandırıyor
her seferinde seni tekrar bordeaux’ya yolcu ediyorum

saadetin ıstırap çekmek olduğunu ben keşfettim
çarmıhta bir isa gibi ben ıstırap çektim
bir sulfat acılığı sinerse parmaklarına şiirlerimden
gözyaşları sinerse eğer küstahça kafiyeli
anla ki ölümle hayat arasında zaman gibi mesudum
kendimi öldürecek haldeyim seni öldürecek saadetimden
dona-maria! bir kahvede isyan halinde bulduğum
çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk
sen! bordeaux’ya yorgun bir flâmingo gibi yolladığım
geceleri benim için dua etmelisiniz

renault’daki grevciler toptan sokağa atıldılar
paris’in duvarlarını boydan boya afişler kapladı

seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim
senin dağlardan ve sarhoşlardan korktuğunu bilirim
ben sarhoş olduğum zaman korkmuyorsun hiç korkmuyorsun

gözlüklerim kırılmasın diye sakladığını bilirim

kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
nehir gemilerinde muçoluk etmeye ölmeye
seni terk etmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kur’andaki bütün belâlara tevrattaki bütün belâlara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden mademki ellerimi parçaladım
mademki en büyük düşmanım kalbim benim kendimin
onu inkâr ediyorum kalbimi inkâr ediyorum
geceleri benim için dua etmelisiniz

üçüncü paralelde eski bir dünya gibi batacağım
malgaş halkı birkaç yüzyıl hikâyemi anlatacak

Kaptan 4

cenovaya indiğim sabah seni katiyen göremezdim
aklım başımda değildi küfür gibi huzursuzdum
herkes beni unutmuştu ben kimseyi unutmamıştım
zehra’yı unutmamıştım allahsız gözlerini unutmamıştım
sol böğrüme sanki çıplak bir hançer saplamışlardı

şimdi benim gözlerim paris’te marivaux sinemasında
bir çift kara maça gibi yorgun ve uykusuz
ellerim derseniz marsilya’da garsonla hesaplaşıyor
martini-cin seksen frank on frank da servis
kalbim derseniz onun nerede olduğunu bilmiyorum
hiç kimse kalbimin nerede olduğunu bilmiyor
nihayet seni terk edip gitti diyebilirsiniz

benim acılarım ilâhlar gibi şiirlerimi doğuruyorlar
onları karanlıkta bembeyaz gözleriyle görüyorum
karanlıkta seni görüyorum dudaklarına ellerimi sürüyorum
seni kollarımın arasında tutuyorum ağzından öpüyorum
ikimiz birdenbire austerlitz garı’na gidiyoruz
bir trene binmek rastgele defolup gitmek istiyorum
trenin barında alnımı yağmurlu camlara dayamak
küstah bir duble birayla karşılıklı oturup ağlamak
kalemimde mürekkep kalmıyor insanlar beni görmüyorlar
insanlar kendilerini kaybetmişler onlara acıyorum
ümitsiz bir akrep gibi ben aynı zamanda mağrurum



samaritain’in ışıkları ocağıma düşmüş yalvarıyor
bir roman için fevkalâde oldukları düşünülebilir

sen bir paket gauloise aldın bir paket mavi gauloise
bense on frangımı amerikan bilârdosuna kaptırdım
seine kıyısında mırç büyük bir hayal kuruyordu
seine kıyısında üçümüz sarhoş bir hayal kuruyorduk
mavi bir ışık vardı ben işte onu kaybettim
ben gölgemi kaybettim max jacob’un şiirlerini
sen avucunda bir lokma rüzgâr tutuyordun
bu rüzgâr için şairliğimi hınzırlığımı kaybettim
aklımdan sen geçiyorsun bir bulut gibi geçiyorsun
dün gece ezberimden çehreni defterime çizdim
sen belki hakikaten bir bulut gibi yolcusun

marsilya’da bir akşam soğuktan tir tir titredim
p. cheyney’in bir kitabını bir kahvede soluksuz bitirdim
vapur ertesi gün saat beş’te kalkacaktı

ölümüm herkesinkinden başka türlü olacak
bunu alahım gibi aşikâr biliyorum
kim ne derse desin biliyorum içime gün gibi doğuyor
on bir gün aç ve susuz gözlerinin içine bakacağım
on ikinci gün jiletle damarlarımı keseceğim

Kaptan 5

hep aynı manzarayı kullanmaktan bıktım usandım
bir yumruk vurdum dünden kalma bir şarkıyı dağıttım
van gogh bana bakıyordu deli gözleriyle bakıyordu
ellerim titriyordu bir dakar yolculuğu kuruyordum
güya bir şilebin kıç güvertesinde durmuştum
nabızlarım bir deniz fenerinin gözlerinde atıyordu
asor adalarında on sekiz mısramı unutmuştum
onlar beni terk etmişlerdi yalnız kalmıştım mahvolmuştum
sen beni terketmiştin bunu yalnız serdümen biliyordu
geceleyin ışıkları söndürüp senden bahsediyorduk

seine kitapçılarında villon’un şiirlerini buldum
nehir yürek gibi kabarmıştı rüzgâr esiyordu
bir hafta her gece villon’dan bir şeyler okudum

sen benim şiirlerimi okudukça ağlayacaksın

seni iç görmeseydim seni keşke hiç görmeseydim
şu benim iki gözüm aksalardı kıpkızıl kör olsaydım
sacre-coeur’de armonik çalsaydım dilenseydim
seni hiç görmeseydim ismini hiç duymasaydım
belki kendime göre rezilce saadetlerim olurdu
kaldırımlara renkli tebeşirlerle katedral resimleri çizerdim
kaldırımlara senin resmini çizerdim herkes seni çiğnerdi
bistroya yıkılır çırılçıplak bir quantro içerdim
lucie-anne yine gelir yine bana senden bahsederdi
lucie-anne neden gelir neden bana senden bahsederdi

benim bu çektiklerimi bir çocuk var ki anlıyor
kendimi yerden yere vuruşurumu içimdeki zehiri
bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor
odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar
sen o çocuk değilsin sen artık çocuk değilsin
dudakların eskisi gibi beyaz değiller biliyorsun
sen gözlerini kaybettin gözlerini bunu biliyorsun
ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum
sen artık bir din değilsin bunu biliyorsun

eiffel’in dibinde durduk ben bir cıgara yaktım
saint - dominique sokağında şehir ışıklarını yaktı
içim büyük karanlıktı ellerimi göğe uzattım

soluk bir sisin arkasından yüzün gözüküyordu
gece inmişti takım takım yıldızlar gözüküyordu
şimdi sen başka bir şehirdeydin saçlarını kesmiştin
dudaklarını boyamıştın bu seni tamamen değiştirmişti
rüyana erkekler giriyordu hem çıplak giriyordu
aklına ben geldiğim zaman utanıyordun
onların arasında değildim çünkü ben yoktum
ben paris’te kalmıştım adresim ezberindeydi
her cumartesi istesen bir kart gönderebilirdin
ne var ki bunu hiçbir zaman yapmayacaksın

kendimden kurtulmak için gölgemi koridorda astım

pazar günü sözleşmiştik beni mutlaka bekleyecekti
şimdi kalkıp gitsem mırç’ı bulacağım malûm
sonra vini-prix’den üç litre şarab alacağımız
şarabın yanına bir şişe rom-negrita alacağımız
sarhoş olacağımız malûm şarkı söyleyeceğimiz
sonra mırç zehra’dan bahsedecek ben susacağım
camlardan bakınca paris’in damlarını göreceğiz

bana ancak sabahları telefon edebilirsiniz

Attila İlhan

6 yorum

Maria Missakian

Maria Missakian


yüksekkaldırım'da bir akşam
maria missakian'ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım

kasım'da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam

döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam

gece gölgesine sokulsam
gökyüzünde bulutlar büyüseler
yağmuru dinlesem anlatsam
şimşekler kırılıp dökülseler
bizi sokaklarda bıraksalar
leylekler üşüyüp gitseler
dönüp arkalarına bakmadan

yine akşam oldu attilâ ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki paris'te maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris'i
sana kaçmayı tasarlar her akşam



 
;